27 Ocak 2009 Salı

"Bahsettiğim şey çıkarlar değil. Çıkarlar daha farklı, bir çıkara göre hareket etmek, bilinçli ya da bilinçsiz, çok daha temiz ve net bir şey. İnsanların çıkarları vardır, bu çıkarlar doğrultusunda da hareketleri, bu kadar basit bir açıklamaya sahip, bunun üzerine istersen detayları çıkabilirsin de üstelik, her şeyi bilinçli/bilinçsiz çıkarlara bağlayabilirsin.

Ama sonuçta çıkarlardan bahsediyorsak bir "sistem" söz konusudur. Koşullanma daha korkunç bir şey..."

Anlık bir aydınlanmayla, muhtemelen benden önce binlerce filozof, psikolog, sosyolog ve bilimum ciddi insanın çoktan yaptığı gibi, insan ilişkileriyle ilgili biraz korkunç teorilere baktım. Korkunç derken, hayır, kimse kimsenin bağırsaklarının, böbreklerinin peşinde değil, sanmıyorum. İnsanoğlunun kötü yahut iyi olması da değil kafamdaki, hayatımızın öğrenilmiş cevaplardan oluştuğu da fazlasıyla konuşuldu zaten. Yani aslında 'korkunç' sıfatını kullanmamın nedeni, bir an beni korkutmuş olması, yoksa ne über orjinal bir senaryo var önümde, ne de her insanı korkudan yerine mıhlatacak bir detay. Yok.

Ama elimde bütün insan ilişkilerinin koşullanmalardan ibaret olduğu gibi bir ihtimal var. Yani, şöyle düşünelim, hayatımızda olumlu pekiştireçler mevcut; gülmek, güzel vakit geçirmek, rahatlamak, konuşabilmek, anlatabilmek, kendini zeki hissetmek... Bir insanın yanında geçirilen vakit bu olumlu bıdılardan herhangi birini içeriyorsa, birkaç kez daha içerdiğinde, artık o kişiyi sevmeyi "öğreniyoruz" sanırım. Otomatik olarak sonraki görüşmelerin/birlikteliklerin de aynı özelliği taşıyacağını varsayıyoruz, yahut buna şartlanıyoruz. Dolayısıyla söz konusu pekiştireçi, söz konusu arkadaşlık/dostluk/akrabalık/sevgililik müessesesinden çıkardığımızda, yine de söz konusu ilişki devam ediyor.

Sadece olumlu değil, olumsuz pekiştireci de bu işin içine alabiliriz. Sırf yalnız ya da aptal hissetmemek, mutsuz olmamak, dinlemek zorunda kalmamak ve benzeri nedenlerle insanlar insanlara tercih edilebilir. Hadi, cezayı da katalım işin içine, kötü bir tavır, olası olumlu pekiştireci bastırdığı anda ilişki dağılabilir. Yani aslında istediğimizde her şeyi buna bağlayabiliriz.

Peki bunda korkutucu olan ne?

Her şeyin buna indirgenebilmesi ve her şeyin bundan ibaret sayılabilmesi. İnsan ilişkilerinin daha basit ya da daha karmaşık olmasını bekliyor değilim, ama, ne kadar bilimsel bir bakış açısına sahip olursanız olun, yanınızdaki kişinin sırf ona sunduğunuz "pekiştireçler" nedeniyle, farkında olmadan sizi sevmeye "şartlanmış" olması, o kadar kabullenilebilir bir şey değil. Elbette, bir insanı bütün nedenlerden arınmış bir şekilde sevmek mümkün değil, ama insanın kendini bile hayalkırıklığına uğratan bir düşünce bu. Karşısındaki elmayı, elma olduğu için değil de açlığını doyurduğu için seviyor olmak beni rahatsız ediyor-ki tatlılıktan bahsetmedim, zira tatlılık elmanın kendine ait bir özellik. Şu yani bahsetmeye çalıştığım; elmanın kendi tatlılığından çok, ağzımızdaki tatlılığı seviyor olmak sinir bozucu.

Aşk, hoşlanma, tutku, derin sevgi gibi mantığın devreye daha az girdiği durumlarda da şu görülebiliyor; özellikle ilişki içinde, aynı pekiştireç devam etmese bile, o pekiştirece tekrar ulaşabilme umudu (tekrar aynı şekilde sevilme, aynı şekilde güzel vakit geçirme, gülme, eğlenme, hatta tekrar aynı şeyleri hissedebilme) 'duygu' olarak tanımladığımız şeylerin ya da daha dürüstçe bir tanımla davranışların sürekliliğini sağlıyor. Zaten davranışın varlığı duygunun varlığının sağlaması değil, üstelik duygunun da davranışın da tamamen bir koşullanmadan ibaret olma ihtimali mevcut.

Tamam, zaten çoğu şeyin hormonlardan kaynaklandığını, buna beynen ürettiğimiz hırslarımızı eklediğimiz kabul etmemiş değildik. Çıkarların da farkındaydık, 'iyi vakit geçirmek' , 'gülmek' ya da 'çevre edinmek/ortam yapmak' için arkadaş edinebilirdik. Bunlar netti zaten. Bunlar insan olduğumuzu kanıtlayan şeylerdi. Sistematikti. On beş bin kere söylenmişti zaten bize, yedi yüz kere konuşulmuştu alkollü muhabbetlerde.

Koşullanma öyle değil işte. Nasıl tanımlayabilirim aradaki farkı bilmiyorum, ama öyle değil. "İyi vakit geçirmek" için değil, "daha önce iyi vakit geçirdiğin ve muhtemelen bundan sonra da iyi vakit geçireceğin" için "arkadaş edinmiyorsun", "duygu, düşünce, davranış üretiyorsun". Bu da seni, çıkarlarının aksine, insanlıktan uzaklaştırıyor.

Ha, insanlığa yakın olmak mı iyidir, uzak olmak mı, ona çok sonra değinebilirim. Ya da üşenirim, bilmiyorum.

13 Ocak 2009 Salı

"Doğrudur, somut bir şey yaptığımız yok, ve hatta öngörülen ve şu anki dünyada normal olan da iki yıl içinde bir şey yapamadığımız için depresyona girmemiz. Ama şu da var ki en azından düşünüyoruz, konuşuyoruz, farkındayız ve hissediyoruz. Düşünmeyi, konuşmayı, farkında olmayı geçiyorum, tekrar; hissediyoruz.

Biz senin içinde bulunduğun görüşün, elimizde olmadan, üç sene önce üzerinden geçtik..."


Ergenlik, insanın geçirdiği en zor dönemlerden biri aslında; daha doğrusu ortada somut bir zorluk yok, ancak söz konusu zorlukları aşmanıza da kapasiteniz müsait değil. Hormonlar yeni ortaya çıkmasa da, gücünü göstermeye yeni başlamış, aynı anda hem herkesin sizi izlediğini düşünüyorsunuz, hem de kimsenin sizi görmediğine dair bir isyanınız var. Hem ilgi istiyorsunuz, hem kaçmak istiyorsunuz, kaçma isteğiniz bilinçaltında aslen ilgi odaklı olduğu halde size inanılmaz gerçek geliyor. Kimse ama kimse sizi anlamıyor, Ahmet de zaten Ayşe'yle çıkıyor, siz ise hayatınızın en büyük kazığını yediğinizi, büyüdüğünüzü zannediyorsunuz, "artık kimse beni yaralayamaz ühühü" deyip, "çok şey yaşamış, aşmış" yahut "hep sefil" karizmasına sığınıyorsunuz.

Üstelik yıllar sonra güldüğünüz bu hal gayet de normal o yaş için, her şeyi bildiğini zannetmek de normal, bunun üzerinden sisteme karşı olmak da normal. Yavaş bilinçlenmeyi, anında aydınlanma zannetmek bile normal. Beyninizin gelişmesine ve hormonların etkisine alışmak kolay bir şey değil, öyle ki, aynı anda hem vücut koordinasyonunuz gelişiyor, bunu hissediyorsunuz, ama bir yandan da vücudunuz o kadar ani büyüyor ki kontrol edemiyorsunuz. Hadi bunları geçtim, çirkinsiniz yahu. Muhtemelen bundan sonraki hayatınızda olmayacağınız kadar çirkinsiniz (Kimsenin sizi anlamadığına değinmiş miydim? Hah, tamam...).

Lisede az çok alışıyorsunuz bu duruma, Üniversitede ise "erken yetişkinlik" denen döneme giriyorsunuz, ki zaten yetişkinlik kelimesinin bu terim içinde bulunması bile sinir bozucu yeterince. Artık kendi sorumluluklarınız, kendi hayatınız var, ve böyle olunca kendinize daha düşünsel, daha ideolojik sorumluluklar yaratabiliyorsunuz. Bu sefer isyanda değilsiniz, kimsenin sizi izlediğini düşünmüyorsunuz, ya da görülüp görülmemek çok da önemli değil, sadece sorumluluğunuz olduğunu düşünüyorsunuz; kendinize karşı, topluma karşı, ülkenize yahut dünyaya karşı. Bir süperkahramanlık hissidir gidiyor, bir şeyleri değiştirebilecek güce sahip olduğunuzu hissediyorsunuz -ki zaten bir şeyleri değiştirebileceğiniz/şekillendirebileceğiniz yaşlar da bunlar. Cesaret ediyorsunuz ya da etmiyorsunuz, tepki gösteriyorsunuz ya da göstermiyorsunuz, hatta belki söz konusu hissiyat artık o kadar canınızı acıtmaya başlıyor ki her şeyden uzaklaşıyorsunuz.

Yüksek ihtimalle şu oluyor; birkaç yerde boy gösteriyorsunuz, kendi vicdanınızı tatmin ediyor ve "en azından elimden geleni yaptım" diyorsunuz, yahut bir şey yapmamış oluyorsunuz, yine olsa yine yapamayacağınızı biliyorsunuz ve mutsuz oluyorsunuz, sırf kapasitenizi ve gücünüzü kullanmamış olduğunuz için-ki öyle bir kapasite yahut gücün olduğu bile muamma, ama sonuçta erken yetişkinlik oldukça gaz bir dönem, yanılsamaları yadırgayacak değilim. Ha, tabii gerçekten bir şeyler değiştirme olağınız da var, bu müzik piyasasının gidiş yönü de olabilir, okuldaki sistemin gidişatı da olabilir, İsrail'deki savaş da olabilir, o zaman da tarihe geçiyorsunuz zaten.

Peki arada bir yerlerde bir dönem var, yani aynı anda hem ergenliğin reddedildiği, hem yetişkinlik yolunda ilerlenilen ama tam yetişkin de olunamayan, hatta ergen özelliklerinin taşınmaya devam edildiği. Yani, 'herkes beni izliyor' hissiyatı hala var, prim odaklı hareket hala mevcut, ama bu sefer isyan yok, hatta büyümüş olmanın kanıtlanması üzerine 'isyansızlık' bile söz konusu. Dediğim gibi, aldığı dünyaya dair ilk bilgi, ve ürettiği ilk düşünceyle, başka hiçbir faktörü göz önünde bulundurmadan her şeyi çözdüğünü hissetme, ve artık büyüdüğünü, bir şeyleri aştığını ve bir şeyleri bildiğini kanıtlamak için bunu tek doğru olarak görme.

İnsanın kişisel tarihinin, farkında olmadığı, en rezalet dönemi diyebilirim, hiç düşünmeden. Çünkü uzaktan baktığında ne gülümseyebiliyorsun, ne de "yahu ne gazdık, ne hayallerimiz vardı" diyebiliyorsun. Bomboş bir dönem, dopdolu zannedilen, bomboş. Sadece ukalalık var, ve işin kötü tarafı, hemen hemen herkes bu dönemi kısa ya da uzun yaşıyor. Bazıları biraz daha uzun yaşıyor ve hatta atlatamıyor, ki ben bile kendi açımdan atlatabildiğime emin değilim.

Aslında bunu yargılamak da çok mantıklı değil. İnsanlar istedikleri tarzda düşünebilir, istedikleri yönde ilerleyebilir ve hatta kimsenin kimseyi onaylama zorunluluğu da yok. Kişinin düşüncesi mantıksız bile olsa kişinin kendi düşüncesidir. Burada düşünceye saygıyı yitirmeme neden olacak olan tek şey, düşüncenin "düşünce olmak" yahut "üzerine düşünülmek"ten çok bir prim, dikkat çekme yahut farklı olma çabası taşımasıdır. Yani söz konusu durumda düşünce, asıl işlevini kaybeder, farklılık karizmasının aracı olur.

Fakat farklılık karizmasının genel yapısında şöyle bir sorun var, bu karizmaya sahip olabilmek için gerçekten farklı olmak gerekiyor. Kişi, zaten sadece ortaya farklı bir düşünce koydu diye farklı olmuyor, söz konusu karizmaya sahip olmuyor, amaca ulaşması için bir sürü ön koşul var yahu.

Ama şöyle de bir durum var; insanın kendinin gerçekten farkında olması çok kolay bir şey değil. Yani, ben burda kendimce kafama takılan ve yorumladığım şeyleri yazarken okuyanın içinin bayılması gibi, kişi insanlara sunduğu kendi görüntüsünü dışarıdan göremiyor. Mantıklı bir düşünce 'bulduğunu' ve bunu uzunca bir süre sağda solda kullanacağını düşünürsek, kendini üstün görmesi ve bunu beden dilinde yansıtması bile normal. Karşı çıkıldığında ergenlikten kalan "anlamıyorlar" kalıbına sığınabilecek, ancak bu sefer kendine güveni yerinde olacak, fark bu.

7 Ocak 2009 Çarşamba

"Evet ciğerim, çünkü ben görmüyorum niyetini. Sana kızmıyor olmam da hep anlamamamdan, farkında olmamamdan, yoksa üzüleceğini düşündüğümden değil, nezaket gereği değil. Ayrıca beni salak yerine koymana, aramızda hiçbir alaka yokken alaka varmış gibi davranmana da bir şey demiyorum.

Neden? Salağım çünkü ben, salak..."

Baktığın zaman, aslında karşındaki insanı salak yerine koymak çok kolay, ve bunun için sadece şu düşünce yeterli: "anlamaz/fark etmez". Bu düşünce, sahiplendiğiniz anda, size bilinçaltınızdaki her şeyi dökme, dışarıya istediğiniz izlenimi verme ve bundan fayda sağlayabilme gücünü veriyor. Yahut belki gücü değil, ama en azından gücün yanılsamasını, ve bu yanılsama da bir şekilde mutlu olmak ve kendine güvenmek için yeterliyse, belki o kadar da önemi yok.

Demek istediğim, insan, başka bir insanla ilgili, gerçek olmayan bir izlenimi çok rahat verebilir, bu o kadar zor değil. Peki bunu neden yapar, ona bir bakalım. Gerçekten o izlenimin gerçek olduğuna inanıyor olabilir, kişiye beyninin oynadığı birçok oyundan biri olabilir bu. Bazı insanların, misal, söylediği yalanlara kendilerinin de inandığı görülen bir şey. Aynı insanlar kendilerini ve durumları da olduğundan farklı algılayabiliyor-ki aslen şu yazıyı yazan kişi, kendi algısının doğruluğundan bile emin değil tam olarak.

Başka bir durum da şu olabilir, o kişinin bir şekilde o izlenime ihtiyacı vardır, hayatındaki bir eksiği o izlenimle doldurmaya çalışıyor olabilir. Ya da bu izlenime ihtiyacı bile yoktur, sadece o izlenimin gerçek olmasını istiyordur.

Peki, o zaman şöyle bir durum var, söz konusu durumda bunun fark edilmemesi gibi bir şey olabilir mi? Yahut fark edilmesinden doğan sonuçların mutlak olumlu olacağına dair bir inanç, yahut bir yanılsama mı mevcuttur? Bu durumda, normal olan karşındakinden çok kendine değer verme durumunun, karşındakine değer vermeme, oradan artan değerleri de kendine biçme olarak algılayabiliriz. Yani değerli olan istenen değil, kişinin kendisidir, dolayısıyla istenen durumu elde etme yolunda karşıdakini salak yerine koymak, karşıdakinin istemediği bir izlenim yaratmak, karşıdakini üzmek/sinirlendirmek/germek gibi olgular oldukça önemsiz kalmaktadır.

Aslında karşındakini salak yerine koymak gibi bir olayı izlenimlerle sınırlandırmak oldukça saçma, zira asıl boyut yalan söylemek. Başkalarına kendiyle ilgili, karşısındakine başkalarıyla ilgili, ya da kendine başkalarıyla ilgili (bu olmadı sanırım:))...

Ama bu çok çok başka bir konu.

3 Ocak 2009 Cumartesi

"Beni bu kadar şımartmak zorunda değilsin, kendime güvenimi bu kadar etkilemek zorunda değilsin. Çünkü, klasik olarak, kendine güven süreci tamamlandığı anda, yine kırılmalar başlayacak ve kendine güven duygusu kendini güvensizliğe ve yetersizliğe bırakacak. Çat diye suratıma vuruşunu o kadar güzel hatırlıyorum ki bütün yapamadıklarımın.

Keşke üzerimde bu kadar etkin olmasaydı."


Kendine güven sorunum mu var yoksa megaloman mıyım, bunu hala bilmiyorum, ama kendimle ilgili beklentilerimi düşük tutmayı öğreneli çok oldu. Gerçi sadece kendimle ilgili değil, genel olarak beklentileri düşük tutmayı öğrenmek güzel bir şey, daha kolay bir mutluluk ve daha güzel insan ilişkileri sağlıyor size.

Ama kendine güven başka bir şey. Nerede ne yapacağını bilmek de bir çeşit kendine güven, önceden nasıl davranacağını bilmek. "Hata yapacağını" bilmek, bunu öngörmek de bir çeşit kendine güven sonuçta, hata yapacağın konusunda kendine güvenmek gibi bir şey. Gerçi bu da insanın kendisiyle ilgili senaryo yazmasına ve o senaryoya "sığmaya çalışmasına" neden oluyor olabilir, senaryoya göre oynamak tehlikelidir halbuki, hoş değildir. Yine de, hata yapacağını "bilerek" hareket etmek, hata yapacağını kabul etmeden hareket etmekten daha az risklidir, birinde kendinize güveniniz yerli yerinde dururken, diğerinde en küçük hatada "hata yapmayacağınıza" dair güveniniz yerle bir olur. Bu da beklentiyi düşürmekle paralel sanırım.

Ha, hata yapmak bu kadar önemli midir, ya da bir şeyi iyi yapan hatasızlık/kusursuzluk mudur? Bu tartışılabilir bir nokta, ve kendimle çelişeceğime adım gibi eminim (evet, kendimle çelişeceğim konusunda kendime güveniyorum). Anlık yanlışlıklar dışında genelde hatadan çok seçimler olduğuna inandığımdan kelli bu noktadan nereye ulaşabilirim bilmiyorum. Herkesin aynı şekilde algılamayacağını/düşünemeyeceğini yeni yeni anlayan bir insanım, bu durumda "seçim" fikri oldukça dandik kalıyor.

Yani, evet, insanların önünde seçenekler var, ve insanlar üzerine düşünüp birini "tercih ediyor", olaylar gelişiyor. Buna inanmak güzel bir şey, en azından insanlara karşı tavırlarınızda sizi rahatlatıyor, kötü tarafı; insanlar rahatlamıyor. "Yanlış seçim yapmak" durumu hata olarak algılanabilir istenirse, ama şu an yanlış gözükenin o anda yanlış olmadığı akla gelmez. Beni dandikleştiren tarafı; hayır, akla gelmek zorunda da değil işte. Herkes benim gibi düşünmek zorunda değil. Adam isterse seçimlerini kabullenmeyi "tercih eder", isterse yanlış olduğunu düşündüklerini düzeltmeye çalışır, isterse depresyona girer. Ve, Sevgili Operadaki Fantom, senin sandığın gibi bu her zaman insanların tercihi değildir. İnsanlar bazen tercih etmez. Hatta bazen düşünmez, o kadar düşünmeleri de gerekmez. Düşünseler bile bazen ellerinde değildir.

İşin en güzel yanı; aslında bunlar seni o kadar da ilgilendirmez. Bunun üzerine bu kadar kafa yorman gerekmez. Kimse sana "hata mı yaptım?" diye sormuyor, sen kimseye "hayır, hata değil, seçim yaptın" demiyorsun ve sonunda kimse birden kendine güvenmeye başlamıyor yolunu kendi çizdiği için.

Halbuki boka batılsa bile, boka kendi seçimlerinle batman ne büyük gururdur yahu. Sen düşünmüşsündür, kararı sen vermişsindir ve hata senin hatandır, üstesinden de sen geleceksindir. Suçu kimseye atmana gerek yoktur, hatta gereksiz bir şekilde senin olmayan suçları da üzerine alabilirsin. Olan olmuştur zaten, işin sorumluluğu kalmamıştır, ve sen en azından başkasının hatasının değil, kendi hatanın altından kalkmaya çalışıyorsundur. Söz konusu "hata"yı her detayıyla tanıyorsundur üstelik.

Kendine güven konusuna geri dönecek olursak, aynı seçim hikayesi işin başında ne yazık ki geçerli olamıyor yahu. Yani "hehey, seçimlerimi yaptım, hata yapsam da fark etmez, en azından benim hatam olur" diyemiyor insan. Ya da, diyemiyorum ben, daha doğru oldu. Sanırım işin başında helelöy efektiyle girip, çıkışında yapılan hataları saymak nispeten fazla görünen bir davranış. Aslına bakılırsa, girişte bunu söyleyemeyenler çıkışta şunu da söyleyemiyor: "Ne yaptıysam ben yaptım, hata değil seçimdi, kendimi de böyle kabul ettim..."

Hayır, insan kendini öyle kabul etmiyor. İnsan her konuda kafasında "iyi"ye dair bir şema oturtuyor, yaptığı hatalar onu o şemadan düşürdükçe, uzaklaştırdıkça ya kendine güvenini düşürüyor, ya da iyi olmadığına dair güvenini yükseltiyor. Bu da, aslen son derece bencil bir şekilde kişinin özüne hizmet ediyor: 1-Seçimlerinden daha kolay mutlu oluyor, iddia sahibi olmadığı için kendini hayalkırıklığına uğratmıyor. 2-Çevresinin beklentisi de daha düşük olduğu için daha olumlu yorumlar geliyor.

Bu iki şıkkı açıklamamız gerektiğinde 1.sinin yaldır yaldır bir kendini kandırma durumu olduğunu görüyoruz aslında. Tamamen bilinçli yapıldığından kelli, kendini iyi olmadığına ve hata yapacağına inandırmak safsatadan başka bir şey değil. Ancak yine de kişinin kendisinden beklentisi yüksek olduğunda yapamadıklarının çat diye suratına vurmasındansa, pişkin pişkin "uyarmıştım/kötü olduğumu söylemiştim/böyle olacağını biliyordum" demesi -sanırım- yeğdir.

  © Blogger template 'Isolation' by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP