25 Mayıs 2009 Pazartesi

"Sen de mutlu olmak istiyorsun, biliyorum. Mutlu olmak için, daha doğrusu belki mutsuz olmamak için duymak, görmek istediklerin var, yaşamak istediklerin var. Senin de hayatında eksikler var, bir şekilde dürtüyor seni ve sen o eksikleri doldurursan mutlu olacağına o kadar eminsin, mutluluk yolunu o kadar net çizmişsin ki, başka bir şeyi kabullenmek zor geliyor.

Normal bu. Sadece duymak, görmek istiyorsun. Ama algılamak istemiyorsun."

İnsanın içindeki mutlu olma/mutsuzluktan kaçma isteği oldukça normal, buna hiçbir şey diyecek değilim. Daha da güzeli, insanın mutsuz olma/mutluluktan kaçma isteği de çok anormal değil, konumuz bu da değil üstelik. Hepimiz, her iki alanda da kendimizce yollara sahibiz, mutsuz olmak istediğimizde bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde kendince anlamı olan bir şarkıyı açabiliriz, mutlu olmak istediğimizde herhangi bir apartmana bakıp "yahu ne güzel apartman" diyebiliriz. Yani, demek istediğim, evet, belli duyguların çok elimizde olmadığı doğru, ama bizim de o duygulara giden bilinçli bilinçsiz yollarımız var; içinden çıkamasak da güçlendirmeyi biliyoruz.

En güzeli de 'algılamaktan kaçma' durumu bana sorarsanız. Yani, mutlu olmaya yetecek malzemeyi alıyoruz, ama algılamıyoruz, yorumluyoruz. Freud'un savunma mekanizmalarında olduğu gibi, kendi istediklerimizi karşımızdakine yüklüyor, sonra duymak, görmek istediklerimizi duyup görmeyi bekliyoruz. İstediklerimizin yakınından geçen herhangi bir işareti, işaretin içinde bulunduğu ortamla algılamayıp tek başına alıyor ve yorumluyoruz mesela.

Şu var, insanın kendine inancı sallantıda olduğunda, ya da kendine inancı demeyeyim, ama kendi yaptıklarına olan inancı sallantıda olduğunda bunun verdiği küçüklü büyüklü sıkıntılar var. Herhangi bir inancın sarsılması zaten her durumda rahatsız edici, birçok şeyin anlamının somutlaştığını ve ufalanarak havaya karıştığını görebiliyorsunuz. İnsan işte yaptıklarının anlamını sorgulamaya başladığı zaman, bu sorgunun verdiği acıdan kaçmak, yani sorguyu bitirmek için başkalarına ihtiyaç duyuyor.

Böylece gözlemlemeye başlıyor, gözlemlerinden istediklerini alamazsa zorlamaya başlıyor, hala bir yere ulaşamıyorsa bizzat soruyor. Sorunun cevabı istediği gibi olabilir, gözlemledikleriyle tutarsız da olabilir, sonuçta eğer algılamazsa, yani algısından kaçarsa, sadece duyarsa mutlu bir insan olma yolunda ilk adımlarını atıyor. Ancak eğer aynı anda her şeyi algılamaya kalkarsa işin içinden çıkamıyor. Başka işaretler arıyor, başka kanıtlar arıyor.

Sonuçta insanların kendi mutluluğuna giden bir yolları var, ve o yoldan çıkmak istemiyorlar. Yol batıya da kıvrılsa herkese "burası kuzeye gidiyor değil mi?" diye soracaklar. Biri "evet, kuzey bu taraf" diyene kadar da devam edecek bu şekilde, varacakları yer doğu da olsa fark etmeyecek. Buradan anladığımız şey şu: insan kendini kandırmaya meyilli bir yaratık.

Bir de bunun tam tersi var, tutarlılık görse bile tutarsızlık varmışçasına da davranabiliyor insan. Mutsuzluğa giden yolları da var insanların, evet. Ama, daha önce de bahsettiğim, bu sefer de inancın sarsılması korkusu var sanırım. Yani şöyle; "tutarlı olduğuna inanmayayım ki herhangi bir tutarsızlık anında hazırlıklı olayım. hazır tutarlı olduğuna inanmıyorken bir de bunalıma gireyim de gönüller şenlensin.".

Hayır, benim kafamdaki şu. Kendi üzerimizdeki kıyafetleri başkalarına giydirerek ne kadar rahatlayabiliriz ki? Mantıksız, ama rahatlıyoruz. Salak olan benim, ama salak olarak başkasını gördüğüm için rahatlıyorum, kendi salaklığımı es geçiyorum, gibi. Akıllı olan benim, ama karşımdakini akıllı görerek rahatlıyorum, kendi hata yapma ihtimalimi es geçiyorum, gibi.

Gibi ve gibi.

  © Blogger template 'Isolation' by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP