3 Nisan 2011 Pazar

“Aslında en başta normal insanı temsil etmek için oradaydınız, normal insanların başına anormal işler geliyordu, siz de temsili tepkiler veriyordunuz. Tabii ki temsili tepkiler, temsil edildikleri tepkiyi daha iyi açıklaması için, daha abartılı, daha görünürdü.



Sonra bu temsili tepkiler normalleşmeye, normal insanlar sizin temsiliniz olmaya başladı. Bir şeyler hep eğreti kaldı.”


Türk dizilerinde var olan, normalde konuşulabilecek konuları verem mikrobu haline getirme durumunu aslında çok da yadırgamıyorum. Her şeyin anında çözüldüğünü düşünün, sezonu nasıl götürsünler, 45 dakikayı nasıl doldursunlar? Yanlış anlaşılmalar, açıklanamayan durumlar, ortaya çıkan sırlar olmadığını düşünün, bir Türk dizisini bu öğeler olmadan düşünebiliyor musunuz? Normal, bizden, ama bir şekilde özellik kazanmış insanı (bu iyi ya da kötü herhangi bir dizideki herhangi bir karakter olabilir) anormal durumlara koyup, bu esnadaki tepkilerini ve ilişkilerini alabildiğine alengirli hale getirmek kuşkusuz ki diziyi sürdürmenin olmazsa olmazı.



Ama bir yerde bir sorun var; normal insan iletişim kurabilme, çözüm üretebilme potansiyeline sahip bir varlık; dizilerde ise çözüm üretemeyen, iletişim kuramayan “normal insan temsilleri” ile karşı karşıyayız. Yani, karakterler belli özelliklere sahip olsalar da, düşünme ve iletişim kurma konusunda normal insandan daha aciz durumda olabiliyorlar. Gerçek hayatta doğruyu söyleyerek anlaşabileceğiniz, uygun bir dille açıklayabileceğiniz her durum, dizide hayati bir soruna dönüşmek zorunda. Karakterler, hissettikleri duygunun görünür olabilmesi için daha tepkisel ve işleri yokuşa süren bir tavıra sahip. Kimse kimseye durumunu açıklayamıyor, kimse neyin neden olduğunu bilemiyor, karakterlerin hiçbiri birbirini anlayamıyor, ya da anlamaya çalışmıyor.



Normal hayat böyle değil mi? İletişim kurmama, konuşmama, işleri yokuşa sürme durumu tabii ki hayatın kendisinde de var, normal insanda da. Ama sorun, potansiyelimiz olduğu halde söz konusu potansiyeli reddettiğimiz ve dizilerde gördüğümüz karakterlere dönüşmeye başladığımızda ortaya çıkıyor. Televizyonda gördüklerimiz normalleşirken, birey olarak tek tek televizyonlaşıyoruz. “Abi senin arabanın lastiği patlamış kusura bakma, dur parasını ödeyeyim” demek varken arabayı alıp kaçıyoruz.



Çünkü sorunu hemen çözmenin senaryosal bir değeri yok, ve hepimiz dizi olmaya değer hayatlar yaşamak istiyoruz. Hiçbirimiz kendimizi özel hissetmiyoruz, ama biraz özel davranabiliriz, karakter olabiliriz. Git gide gerzekleşebiliriz, zira önümüzdeki örnekler bu yönde. Kahraman olabilmek için, izlenebilir olmak için biraz abartılı bir ne yapacağını bilememe durumuna muhtacız.



Dolayısıyla, dizi izleyen insanlar olarak, belki dizideki kötü alışkanlıkları örnek almıyoruz, ama dizilerdeki karakterlerinin eğreti birer temsili olarak iletişimsel bunalımlarını alıyoruz. Dizilerden mutsuz olmayı, mutsuzluktan zevk almayı ve mutsuzluğu nasıl yaşamamız gerektiğini öğreniyoruz.



Edebiyatın da benzer bir etkisi var aslında, cümlelerimizi uzatan ve bize çok derin gözükürken dışarıdan sadece ergen olduğumuz hissiyatını sağlayan hep edebiyata karşı özenen bakışlarımız. Bu cümle bile böyle bir özenme halinin ürünü. Ama en azından edebiyat bize görsel bir malzeme sunmaktan yahut neyi nasıl yapacağımızı, hangi mimiği yahut repliği nerede kullanacağımızı söylemekten aciz. Diziler ise hepsini, bütün detaylarıyla önümüze seriyor.

1 Haziran 2010 Salı

“Hayata dair her hedefin belli, ve herkes biliyor; en doğrusunu da sen bilirsin. Ulaşmak istediğin şeylerle arandaki engeller, sen söz konusu olduğunda engel bile değil. Her insan senin, her okul senin, her şirket senin ve herkes seni gerçekten merak ediyor.

İşin ilginç tarafı, senin algın bu. Ve sen algınla, anlayamadığım bir şekilde, çevrendeki dünyayı şekillendirebiliyorsun.”

Aşırı özgüven beni ne zaman rahatsız etmeye başladı, emin değilim, belki de ben kendime hiç bu kadar güvenemediğimden. Çünkü genel olarak insanda, kendine benzemeyene yan gözle bakma eğilimi mevcuttur, hani farklılığın çekiciliği bir yana, hepimiz bir şekilde yanımızdakini kendimize benzetmeye, olmadı yanımızdakine benzemeye meyilliyiz. Ama konu bu değil.

“Yapabilirim herhalde ya?” ile “Bunu yapabileceğime inanıyorum” arasındaki farktan bahsediyorum ben. Bunu nasıl açıklayabilirim bilmiyorum, ama sanırım şu uygun bir karşılaştırma olacaktır: “Yapabilirim herhalde ya?” genel bir kendine güven içerir, ama yapmama ihtimali de mevcuttur, kişi bunun farkındadır. “Bunu yapabileceğime inanıyorum” ise ağzına kadar özgüvenle doludur, kişi bütün gelişimini tamamlamıştır, edinebileceği tüm yetilere zaten sahiptir.

Bu noktada, yani gelişimi tamamlama konusunda aniden tek kaşım kalkıveriyor benim; insanın bütün gelişimini tamamladığına inanması tuhaf geliyor. Bir şeyler görüyoruz, bir şeyler tecrübe ediyoruz, algılarımız da yeterince açıksa bir şekilde öğreniyoruz, gelişiyoruz. Bu biten bir şey değil. Aslında, evet, belki bir noktada yapmamız gereken iş için yeterliyiz, ama hiçbir zaman “yeterli” olamayız, bunun bir son noktası yok. Gerekli mi o sona ulaşmaya çalışmak, o tartışılır, ama okunacak kitap, dinlenecek müzik, gidilecek okul, öğrenilecek konunun sonu yok. Edinilecek tecrübe bizim ölümümüzle bitiyor, ama o zamana kadar kişisel gelişimimizin de sonu yok; kendimizi kapatmadığımız sürece. Bu da sanırım paragraf başında tek kaşımı kaldırdığım noktaya geliyor; kişi kendi gelişmişliğine o kadar güveniyor ki kendini herhangi bir gelişim ihtimaline kapatıyor.

“Bunu yapabileceğime inanıyorum”, bütün bu kapalılığını Amerikan Psikolojik Danışmanlık kalıplarından olmasına bağlayabilir aslında. Özgüven çalışmalarında kişiye tekrarlanan cümleler gibi sanki. Bu yüzden belki bir şekillendirilmişlik var, cümleye bağlı kalmadan, aşırı özgüvende. Yani evet, kendimize ne kadar da güveniyoruz, ama bu güven, sadece kendisinden kaynaklı bir şekilde içi boş gözüküyor, şeklinden dolayı. İnsanın kendisine bu derece uç noktada güvenmesi, kendini herkesin merkezi olarakk görmesi için gerçekten bir sebep göremediğimden.

Anlamadığım başka bir durum söz konusu, söz konusu “aşırı özgüven sahibi kişi”, bir şekilde çevresindeki dünyayı da buna göre şekillendirebiliyor. “Kendini gerçekleştiren kehanet” gibi belki, sırf kendine mükemmelliği, doğruluğu konusunda bu kadar güvendiği için mükemmel ve doğru oluyor, herkesi yanlış görme hakkını kendinde gördüğü için herkes yanlış yollarda ilerliyor. Aşırı özgüven, nasıl ki kendini boşlaştırıyorsa, yine kendini büyütüyor ve güzel gösteriyor, insanları etkiliyor, insanları bir yerlere taşıyor. Dünya bu özgüvenin anlattığı hikayelerle dolup taşıyor, başardıklarını dinliyor. Hani özgüven sahibi, insanları gerçekten ilgilendirdiğini düşünüyor, ama insanlar da kişisel alanda kalmayan ve çevreye taşan bu uç noktadaki kendini ifadeyle, ve hatta sadece kendini ifadeyle ilgileniyor.

Buna aslında o kadar kızmıyorum, çünkü şu “an” bunu istiyor. Hayat bunu istiyor. İnsanlar buna maruz kalmak istiyor. Daha da güzeli, siz içten içe o insanı küçük görür, “pöf” derken, aslında o insandan çok da bir farkınız kalmıyor. Tek farkınız, siz kendinizi üstün görmüyorsunuz, yanınızdakini yetersiz görüyorsunuz, bir de bunu dışarı yansıtmıyorsunuz. O ise zaten kendisinden başkasını pek görmüyor. Ama bunlardan hangisi daha iyi, hangisi daha kötü, hangisi daha rahatsız edici, onu bilemiyorum.

19 Aralık 2009 Cumartesi

"Kedi, ulaşamadığın ciğere b.k atıyor olabilirsin... Bunca zaman ulaşabildiğin bir şey önünden alındığında sinirlenmişsindir, normaldir, kabul edilebilir ve hatta beklenir bir şey bu.

Bunun yanında aslında ciğer sevmiyor da olabilirsin, ve belki de biz bunun farkında değiliz?"


İnsan, ulaşabildiği uzaklıklarda birçok şeyin farkına varamıyor sanırım, iyi ya da kötü. Yani ulaşabildiği şeyin değerini de anlamıyor olabilir, aslında gereksiz bir şey olduğunu ve söz konusu şey olmadan daha mutlu olacağını da. Birinciyi atlayalım, zira benim asıl konum ikincisi.

Pek kontrol edilebilir bir şey değil, ama uzaktaki, ulaşamadığımız kişiyle ilgili atıp tutmamız çok kolay olabiliyor. Hatta olası iletişim durumlarında bile aynı tutumu koruyabiliyoruz. Ani uzaklaşmalar sonucunda oluşan muhabbetlerdeki "tuhaflık" hissi git gide sabitleşirken, biz bu durumu git gide daha az kafamıza takıyoruz. Bunun yanında öfke büyüyebiliyor, kişinin her davranışı batıyor falan ve filan...

Yavaş uzaklaşmalarda olmuyor bu, ani uzaklaşmalarda oluyor genelde. Karşınızdakinin sizi ciddiye almadığını aniden gördüğünüzde oluyor, ama süreç pek o kadar kısa sürmüyor. Yine de, yeterli sürenin sonunda, yeterince uzaktan bakabildiğiniz an nurtopu gibi bir öfkeniz ve kayıtsızlığınız oluyor.

İyi de neden?

Şöyle ki, baktığımız kişinin (arkadaşımız, sevgilimiz, hoşlandığımız kişi, aileden tanıdık, vs vs..) yakınındayken belli detayları görüyor, o detayları o kişiye yakıştırıyor, bazen üzerimize alıyor ve seviyoruz. Söz konusu detaylar bizde bir saygı ya da hayranlık uyandırabiliyor, zira ince ince işlenmiş, birbirine dikilmiş, belki biraz saklanmış, yani "yaşasın, ben buldum" hissi de mevcut. Aynı yakınlık devam ettiği sürece o detayları görebiliyor ve yan yana durabiliyoruz.

Sonra, ani uzaklık durumunda bir süre daha bu ayrıntıları hatırlamak, dolayısıyla bir süre daha olumlu duygulara sahip olmak var. Karşımızdakinin bize karşı tavrını, neler yaptığını ve hatta ne düşündüğünü ne kadar fark edersek edelim, "yakınlık" hala taze, detaylar hala canlı olduğu için, baktığımız yöndeki renkler de hala pastel tonlarda.

Ama işte, o tazelik kaybolduğunda, hatırlamak için tekrar baktığımızda uzaktan o detayları göremiyoruz. Sadece var olan resimle uyumunu görebiliyoruz, genel görüntüsünü algılayabiliyoruz, ama içselleştirdiğimiz detaylar yok ortada ve zaten uzaktan baktığımızda gördüğümüz şeyi sevmediğimizi fark ediyoruz.

Asıl gerzekçe olan; bu kadar olumsuz hissiyatla dolduktan, bu kadar laf ettikten, meeh dedikten sonra, karşıdan herhangi olumlu bir şey geldiği anda parmak gören kedi gibi yumuşadığını görmek be evlat. Tutarlı olmadığın zaman çok çok kızıyorum sana.

17 Ekim 2009 Cumartesi

"Çevrende olan/oluşan, seni etkileyen ya da etkilemeyen olayların ne kadarını anladığını merak ediyorum. Hatta ben belki de beni hiç etkilemediği için bu kadar rahat konuşuyorum, bu kadar kolay sinirleniyorum.

Ama sen konuyu alıp, incelemeyip, yapılabilecek en aptalca yorumu yapıyorsun"

Ne kadar "empati kurarsak kuralım", karşımızdakinin tam anlamıyla hiçbir zaman bakış açısına ulaşamayacağımız bir gerçek. Elbette ortak bakış açıları, ortak olaylar, hatta ortak genler var, ama normal insanlar olarak bilmediğimiz, anlamadığımız şeylerle ilgili yorum yapma arzumuz da söz konusu. Yani, yaptığımız yorumlar, ne kadar mantıklı gelse de, aslında anladığımızı göstermiyor, sadece anlamış hissetmekten hoşlandığımızı gösteriyor. Şimdi bunu bir yana koyalım...

En azından anlamak için çaba sarf ediyor, gerçek anlamda bir yorum yapabilmek için bilgi topluyor olabiliriz: bu bilgi toplama süreci karşımızdakiyle konuşmayı da içerebilir, kitap okumayı da, gözlemlemeyi de. Her yönden toplanan data bizi kişinin davranışını açıklamaya yönlendirir, doğru ya da yanlış. Hatta belki de yorumumuzu kendimize saklarız, çünkü "hatalar" değil, "seçimler" söz konusudur, ve ne yaparsak yapalım, konu karşımızdaki insan olduğunda yorum yapacak kadar 'yetkin' değilizdir. Bunu da bir kenara koyalım...

Tabii söz konusu "görecelikler" ve "bakış açıları" işin içine girince, yorumların bile mantıksızlığı tartışılabilir. Ama ben tartışmak istemiyorum. Onun yerine sinirleniyorum, durduğum yerde. Ve gördükçe, okudukça, duydukça, şu noktaya doğru gidiyor insan; söylediklerimizin, yaptığımız yorumların mantıksızlığının, saçmalığının ne kadar farkındayız? Çünkü karşımızdakini, karşımızdakinin durumunu anladığımızı sanarken, sadece elde ettiğimiz bilgiyle bir durum oluşturuyor ve ona inanıyoruz, ona göre yorum yapıyoruz. Bazen bilgi edinimi bile olmuyor, önceki durumlara entegre ediyoruz, ya da kafamızdan durum uyduruyoruz-en iyi ihtimalle kendimizi karşımızdakinin yerine koyuyoruz.

Nereye varıyoruz?

Herkesin yargıları var, bu anneannemin beraber yaşayan çiftleri kabul edememesi, ya da dekolte giyen kızın kimilerince direkt "orospu" sayılması gibi bir şey. Olayla ilgili ilk bilginin (ki söz konusu olgu topyekün bir topluluğu da kapsayabilir, tek bir kişiyi de) gelişiyle yapılan yorum elbette en saf yorum, en düşünülmeden yapılmış, ve belki ilk anda çok da yadırgamamak lazım. Ama çoğu insanın önünde zaman var, ve bir 10 dakika düşünerek, söz konusu olayın en azından ulaşılabilir birkaç boyutuna bakarak daha mantıklı bir sonuca varabilir. Her şeyin bir nedeni vardır, neden mantıklıdır ya da mantıksızdır.

Ölme isteğinin sadece iki kelime olarak bakıldığında mantıksız gözükürken, intihara yatkın kişilerin birçoğunun ölme isteğini gayet mantıklı nedenlere bağlayabilmesi gibi düşünmek lazım belki. Evet, "ölmek istemek ne kadar da saçma" diye bir yorumla gelebiliriz gayet, ya da işi biraz deşip, durumun biraz üzerinde düşünüp "evet, haklısın, ama ölmek zorunda mısın" da diyebiliriz, karşımızdakini tam olarak anlamasak da, en azından az çok mantıklı bir şekilde yaklaşırız, gibi. Ya da içindeki insanlardan bir tanesini bile bilmediğimiz, kültürüne dair hiçbir fikrimizin olmadığı bir toplum/topluluk hakkında kulaktan dolma bilgilerle atıp tutmak yerine, belki biraz "gerçekten" araştırırız.

Çünkü biz, sadece insanlar değil, herhangi bir canlı varlık, hiçbirimiz nasıl gözüktüğümüzün, ne yaptığımızın, yaptıklarımızın gerçek etkilerinin farkında değiliz. Bir yandan da ne yaptığımızın ve ne yapmak istediğimizin sadece biz farkındayız. Bu durumu karşı karşıya düşününce daha güzel bir tablo çıkıyor ortaya:

Ben, ne yaptığımın farkındayım, ama karşımdaki benim ne yaptığımın ve ne yapmak istediğimin farkında değil.

Ben, kendi yaptıklarımı ve görüntümü göremiyorum, ama karşımdaki beni ve yaptıklarımı görüyor.

Karşımdaki, ne yaptığının farkında, ama ben onun ne yaptığının ve ne yapmak istediğinin farkında değilim.

Karşımdaki, kendi yaptıklarını ve görüntüsünü göremiyor, ama ben onu ve yaptıklarını görüyorum.

25 Mayıs 2009 Pazartesi

"Sen de mutlu olmak istiyorsun, biliyorum. Mutlu olmak için, daha doğrusu belki mutsuz olmamak için duymak, görmek istediklerin var, yaşamak istediklerin var. Senin de hayatında eksikler var, bir şekilde dürtüyor seni ve sen o eksikleri doldurursan mutlu olacağına o kadar eminsin, mutluluk yolunu o kadar net çizmişsin ki, başka bir şeyi kabullenmek zor geliyor.

Normal bu. Sadece duymak, görmek istiyorsun. Ama algılamak istemiyorsun."

İnsanın içindeki mutlu olma/mutsuzluktan kaçma isteği oldukça normal, buna hiçbir şey diyecek değilim. Daha da güzeli, insanın mutsuz olma/mutluluktan kaçma isteği de çok anormal değil, konumuz bu da değil üstelik. Hepimiz, her iki alanda da kendimizce yollara sahibiz, mutsuz olmak istediğimizde bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde kendince anlamı olan bir şarkıyı açabiliriz, mutlu olmak istediğimizde herhangi bir apartmana bakıp "yahu ne güzel apartman" diyebiliriz. Yani, demek istediğim, evet, belli duyguların çok elimizde olmadığı doğru, ama bizim de o duygulara giden bilinçli bilinçsiz yollarımız var; içinden çıkamasak da güçlendirmeyi biliyoruz.

En güzeli de 'algılamaktan kaçma' durumu bana sorarsanız. Yani, mutlu olmaya yetecek malzemeyi alıyoruz, ama algılamıyoruz, yorumluyoruz. Freud'un savunma mekanizmalarında olduğu gibi, kendi istediklerimizi karşımızdakine yüklüyor, sonra duymak, görmek istediklerimizi duyup görmeyi bekliyoruz. İstediklerimizin yakınından geçen herhangi bir işareti, işaretin içinde bulunduğu ortamla algılamayıp tek başına alıyor ve yorumluyoruz mesela.

Şu var, insanın kendine inancı sallantıda olduğunda, ya da kendine inancı demeyeyim, ama kendi yaptıklarına olan inancı sallantıda olduğunda bunun verdiği küçüklü büyüklü sıkıntılar var. Herhangi bir inancın sarsılması zaten her durumda rahatsız edici, birçok şeyin anlamının somutlaştığını ve ufalanarak havaya karıştığını görebiliyorsunuz. İnsan işte yaptıklarının anlamını sorgulamaya başladığı zaman, bu sorgunun verdiği acıdan kaçmak, yani sorguyu bitirmek için başkalarına ihtiyaç duyuyor.

Böylece gözlemlemeye başlıyor, gözlemlerinden istediklerini alamazsa zorlamaya başlıyor, hala bir yere ulaşamıyorsa bizzat soruyor. Sorunun cevabı istediği gibi olabilir, gözlemledikleriyle tutarsız da olabilir, sonuçta eğer algılamazsa, yani algısından kaçarsa, sadece duyarsa mutlu bir insan olma yolunda ilk adımlarını atıyor. Ancak eğer aynı anda her şeyi algılamaya kalkarsa işin içinden çıkamıyor. Başka işaretler arıyor, başka kanıtlar arıyor.

Sonuçta insanların kendi mutluluğuna giden bir yolları var, ve o yoldan çıkmak istemiyorlar. Yol batıya da kıvrılsa herkese "burası kuzeye gidiyor değil mi?" diye soracaklar. Biri "evet, kuzey bu taraf" diyene kadar da devam edecek bu şekilde, varacakları yer doğu da olsa fark etmeyecek. Buradan anladığımız şey şu: insan kendini kandırmaya meyilli bir yaratık.

Bir de bunun tam tersi var, tutarlılık görse bile tutarsızlık varmışçasına da davranabiliyor insan. Mutsuzluğa giden yolları da var insanların, evet. Ama, daha önce de bahsettiğim, bu sefer de inancın sarsılması korkusu var sanırım. Yani şöyle; "tutarlı olduğuna inanmayayım ki herhangi bir tutarsızlık anında hazırlıklı olayım. hazır tutarlı olduğuna inanmıyorken bir de bunalıma gireyim de gönüller şenlensin.".

Hayır, benim kafamdaki şu. Kendi üzerimizdeki kıyafetleri başkalarına giydirerek ne kadar rahatlayabiliriz ki? Mantıksız, ama rahatlıyoruz. Salak olan benim, ama salak olarak başkasını gördüğüm için rahatlıyorum, kendi salaklığımı es geçiyorum, gibi. Akıllı olan benim, ama karşımdakini akıllı görerek rahatlıyorum, kendi hata yapma ihtimalimi es geçiyorum, gibi.

Gibi ve gibi.

19 Nisan 2009 Pazar

"İşin komiği, söylemek istediğim hiçbir şey yok, söylemek isteyebileceğim her şeyi söyledim, yapmak isteyebileceğim her şeyi yaptım. Tutarsız davranmadım, belki çoğu konuda tutarsızım ama bu konuda tutarsız davranmadım. Sen de kötü bir şey yapmadın aslında, yani, güzel değildi, belki ama normaldi, olağandı.

Sadece ben kabullenemedim. Ve hala öfkeliyim."


Öfke anında geliştirilen bir şey mi, yoksa zamanla mı oluşuyor ve büyüyor bilmiyorum. Gerekliliği de tartışılır üstelik, yani evet, daha önce de değindiğim üzere "bir şeylere karşı öfkeli olmak pozu" mutlaka belli bir görselliğe sahip. Ama gerekli mi?

Öfkenin nereden doğduğunu da kestiremiyorum, korkuyla bir alakası var ama, o kesin, insanın korktuğu şeylere karşı içinde bir öfke büyütmesi çok daha kolay. Korktuğu şeye yaklaşamama/ulaşamama ve buna benzer bilimum "yapamama" nın atasözü bile var. Ulaşamadığımız ciğere kkhhhh diye ses çıkarıyoruz, ama saldıramadığımız böceğe aynı sesi daha çok çıkarıyoruz.

Ama şu da var; korktuğumuz şeylere öfke duymamızın yanısıra, korktuğumuz şeylerin nedenlerine ve köklerine de öfke duyabiliyoruz; bu biraz daha bilinçli bir süreç sanırım. Nasıl açıklayabileceğimi bilemiyorum, biraz "Senin yüzünden şundan bundan korkuyorum ve bu yüzden şuna buna değil, sana öfkeliyim" gibi bir şey. Kendi kendine öfkenin doğrultusunu belirleme yolunda ulaşamadığın şey yerine ulaşamamanın nedenine sinirlenmenin daha mantıklı olduğunu keşfetmek, başka bir şey değil. Duygu, çirkinliğinden hiçbir şey kaybetmiyor, sadece asfalt yola geçiyor.

Bu şekilde açıklandığında, biraz da "terapist" gözüyle bakıldığında, içini dökmek, öfkeni kusmak belki doğru bir yol olabilir bu rahatsız duygudan kurtulmak için. Öfkenin farkında olmak bile öfkeden kurtulmanın bir adımı sayılabilir.

Ve hiçbiri işe de yaramayabilir. Öfke olduğu yerde durabilir, üzerinden uzun zaman geçen mevzular, özellikle de son dönemde -bir şekilde, belki tesadüfen- çok fazla gündeme geldiğinde, öfke coşabilir, hayata etki edecek hale gelebilir. Yahut, öfke yeni yönlendirilmiş olabilir korkunun nedenine, ve bunun farkında olmak kurtulmaya değil, sadece suçlamaya yarar. Hatta öyle ki, düşünmeden açtığınız şarkının duruma ne kadar uyduğunu görürsünüz, ve hayır, hüzünlenmezsiniz, içinizden bir şeyleri parçalamak gelir onun yerine. Öfkenin ve yönünün farkında olmak sadece küfretme isteğini arttırabilir. Yeni şarkılar yazdırabilir, mantıksızlığını gösterebilir, ve yine küfretme isteğini arttırabilir. Küfretme isteğinin varlığı sabittir, sadece artar.

Bunun yanında bir de öfkenin öfke doğurması var; öfke duyduğu içini insanın kendine öfke duyması. İnsan, kendine yakıştıramadığı şeyleri zaten kendi üzerinde kabullenemeyen bir yaratık; öfkeyi kendi üzerinde gördüğünde daha da öfkelenmesi normal. Ya da şöyle bakılabilir; öfkeyi 'yenemediği', öfkenin 'üstesinden gelemediği' için de öfkelenebilir kendine.

Bunun bir sonucu yok aslında. Sırf bu yüzden bile öfkelenebilirim, bir sonu olmadığı için. İnsanın, belli şeyleri, üzerinden uzun zaman geçse de aşamaması zayıflık mı, yoksa evrimsel olarak faydalı mı onu da kestiremiyorum. Her ciddiyet ihtiyacı gibi, bu öfke de bir yazının konusu olabilir, ama şu an "bu öfkeye sahip olmak" öfkenin nedeninden daha ciddi bir konu.

8 Mart 2009 Pazar

"Sen anlattıkça şüpheye düşüyorum, kendi bilgimi, hatırladıklarımı sorguluyorum. Bir yandan anlattıklarının yalan olduğunun farkındayım, gülümsüyorum. Yalan söylüyorsun. Onaylıyorum söylediklerini ve hatta takdir ediyorum.

İnandığımdan değil. Öyle gerektiğinden."


Yalan söylemek yanlıştır gibi bir önermeyle gelecek değilim, bu dünyanın en yüzeysel önermesi olacaktır sanırım. Zira durumlar, kişinin değer yargıları, karşıdakinin tutumu ve benzeri tüm değişkenler ele alındığında yalan söylemenin doğru söylemekten daha doğru sayılabileceği görülebilir. Kişi, her ne kadar bu tercih edilse bile, her ortamda kendini olduğu gibi yansıtamaz, hatta ekstrem durumlar dışında bu beklenmemelidir de belki.

Bunun yanında aslen (genelde) doğru söylemek yalan söylemekten daha kolaydır, zira açık verme/yakalanma gibi bir ihtimal yoktur; zaten açıksınızdır. Evet, kaybedeceğiniz şeyler varsa onları kaybedersiniz, ve sanırım bu durumda doğru söylemenin kolaylığı, kaybedilecek şeylerin değeriyle ters orantılı. Doğrunun, o ana kadar oluşturduğunuz tüm izlenimi yıkma ihtimali ni görüyorsanız mesela, ve yarattığınız izlenimi bizzat "siz" yarattıysanız, şu ana kadar yaptıklarınızın boşa gitmesini tercih etmezsiniz tabii ki, bunu da normal sayabiliriz.

Ama burada iki durum söz konusu. Birincisi; söz konusu durumları saklamak için illa bir şeyler uydurmanın gerekliği tartışılır. Hiçbir şey söylememek, yok gibi davranmak belki daha mantıklı bile olabilir. İkincisi; yine söz konusu durumları saklamak için yazılan hikayenin önceden söylenenler/yazılanlarla tutarlı olmasıdır. Önceden söylenenlerin/yazılanların tam tersi bir tutum takınmak -ne yazık ki- hikayeyi daha inandırıcı değil daha "senaryo" yapmaktadır.

Kendini saklama ihtiyacını geçtim, hatta sırf bu yüzden yalan söyleyenlere kaşlarımı bile çatmıyorum artık, ama bu uğurda illa bir yalan söylenecekse dikkatli olmak gerekir yahu. Doğruya paralel bir yalanla kendini saklamak daha mantıklıdır sonuçta doğruya zıt bir yalanla saklamaktan. İşin içinde karşınızdakini "salak" yerine koymak da var, kendi "şaşkın"lığınızı kanıtlamak da. Söylediğinizin yalan olduğunu üstüne basa basa belli etmek dışında yaptığınız bir şey de yok üstelik.

İşin içinde bu kadar korkutucu olan kendini saklama ihtiyacının çok büyük olması. O kadar büyük olması ki saçmalatması. Üzerime alındığımdan değil, paralel olmadığından; aynı yalan muhtemelen "tuttuğu" için birçok kişiye daha anlatılacak, kimseninse önceden söylenenlere dönüp bakmak aklına gelmeyecek.

Ve kızdığımdan değil. Alıştım ve anlıyorum da üstelik; ortaokulda da böyleydi bu, lisede de, şimdi de aynı durum var. Tek sorun; bu farklı zamanlardaki aynı durumlara daha "gelişmiş" tepkiler verememek. Keskin düşüncelerimin olmasını isterdim bu konuda, böylece şu olayın farkında olduğumu belli edebilirdim bana yalan söyleyen herkese karşı. "Hıhı, aa ne güzel" demektense "yahu sen bunu bunu diyorsun da ağır yalan farkındasın değil mi" diyebilmek hoş olurdu.

Belki de gereken budur zaten, gülümseyip onaylamaktansa.

  © Blogger template 'Isolation' by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP