3 Nisan 2011 Pazar

“Aslında en başta normal insanı temsil etmek için oradaydınız, normal insanların başına anormal işler geliyordu, siz de temsili tepkiler veriyordunuz. Tabii ki temsili tepkiler, temsil edildikleri tepkiyi daha iyi açıklaması için, daha abartılı, daha görünürdü.



Sonra bu temsili tepkiler normalleşmeye, normal insanlar sizin temsiliniz olmaya başladı. Bir şeyler hep eğreti kaldı.”


Türk dizilerinde var olan, normalde konuşulabilecek konuları verem mikrobu haline getirme durumunu aslında çok da yadırgamıyorum. Her şeyin anında çözüldüğünü düşünün, sezonu nasıl götürsünler, 45 dakikayı nasıl doldursunlar? Yanlış anlaşılmalar, açıklanamayan durumlar, ortaya çıkan sırlar olmadığını düşünün, bir Türk dizisini bu öğeler olmadan düşünebiliyor musunuz? Normal, bizden, ama bir şekilde özellik kazanmış insanı (bu iyi ya da kötü herhangi bir dizideki herhangi bir karakter olabilir) anormal durumlara koyup, bu esnadaki tepkilerini ve ilişkilerini alabildiğine alengirli hale getirmek kuşkusuz ki diziyi sürdürmenin olmazsa olmazı.



Ama bir yerde bir sorun var; normal insan iletişim kurabilme, çözüm üretebilme potansiyeline sahip bir varlık; dizilerde ise çözüm üretemeyen, iletişim kuramayan “normal insan temsilleri” ile karşı karşıyayız. Yani, karakterler belli özelliklere sahip olsalar da, düşünme ve iletişim kurma konusunda normal insandan daha aciz durumda olabiliyorlar. Gerçek hayatta doğruyu söyleyerek anlaşabileceğiniz, uygun bir dille açıklayabileceğiniz her durum, dizide hayati bir soruna dönüşmek zorunda. Karakterler, hissettikleri duygunun görünür olabilmesi için daha tepkisel ve işleri yokuşa süren bir tavıra sahip. Kimse kimseye durumunu açıklayamıyor, kimse neyin neden olduğunu bilemiyor, karakterlerin hiçbiri birbirini anlayamıyor, ya da anlamaya çalışmıyor.



Normal hayat böyle değil mi? İletişim kurmama, konuşmama, işleri yokuşa sürme durumu tabii ki hayatın kendisinde de var, normal insanda da. Ama sorun, potansiyelimiz olduğu halde söz konusu potansiyeli reddettiğimiz ve dizilerde gördüğümüz karakterlere dönüşmeye başladığımızda ortaya çıkıyor. Televizyonda gördüklerimiz normalleşirken, birey olarak tek tek televizyonlaşıyoruz. “Abi senin arabanın lastiği patlamış kusura bakma, dur parasını ödeyeyim” demek varken arabayı alıp kaçıyoruz.



Çünkü sorunu hemen çözmenin senaryosal bir değeri yok, ve hepimiz dizi olmaya değer hayatlar yaşamak istiyoruz. Hiçbirimiz kendimizi özel hissetmiyoruz, ama biraz özel davranabiliriz, karakter olabiliriz. Git gide gerzekleşebiliriz, zira önümüzdeki örnekler bu yönde. Kahraman olabilmek için, izlenebilir olmak için biraz abartılı bir ne yapacağını bilememe durumuna muhtacız.



Dolayısıyla, dizi izleyen insanlar olarak, belki dizideki kötü alışkanlıkları örnek almıyoruz, ama dizilerdeki karakterlerinin eğreti birer temsili olarak iletişimsel bunalımlarını alıyoruz. Dizilerden mutsuz olmayı, mutsuzluktan zevk almayı ve mutsuzluğu nasıl yaşamamız gerektiğini öğreniyoruz.



Edebiyatın da benzer bir etkisi var aslında, cümlelerimizi uzatan ve bize çok derin gözükürken dışarıdan sadece ergen olduğumuz hissiyatını sağlayan hep edebiyata karşı özenen bakışlarımız. Bu cümle bile böyle bir özenme halinin ürünü. Ama en azından edebiyat bize görsel bir malzeme sunmaktan yahut neyi nasıl yapacağımızı, hangi mimiği yahut repliği nerede kullanacağımızı söylemekten aciz. Diziler ise hepsini, bütün detaylarıyla önümüze seriyor.

1 beyin hücresi yaşıyor...:

batur 2 Haziran 2011 06:56  

doğru ya, evet, hıhı

  © Blogger template 'Isolation' by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP